Cumartesi, Eylül 03, 2011

KUZEY TATİLDE KUZEY'DE



Bebeğimizle yaptığımız ilk tatil geçen hafta gerçekleşti. 

Henüz 3 ayını dolduran Kuzey ile Ağustos sonu sıcağında nereye gidilebilir diye düşünürken Ankara’ya en yakın denizin Amasra’da olduğunu akıl ettik ve anında karar verdik. 4 gün boyunca deniz kokulu, bol güneşli, hafif serin, balıklı, kumlu, kedili köpekli tatil yaptık ve döndük. 

Ayrıntıları daha sonra yazacağım ki, tavsiyelerle de bir nevi Amasra kent rehberi olacak. Ancak şimdilik resimlerle seni baş başa bırakıyor ve “iki ev taşıma, bayram misafirleri ve telaşı, sevgilinin hastalanması” kompleksinin ardından, bu hafta kendimi tez düzeltmelerine adıyorum. 

Bu arada yakında yeni bir blog sayfası ile buluşucaz, haberin olsun ;)






Cumartesi, Ağustos 20, 2011

DİŞİMİZ Mİ GELİRMİŞ?


Bugünlerde Kuzey’in ağzından çıkan salya miktarı o denli fazla ki, ek gıdalara başladığımızda kullanmak üzere kenarda bekleyen önlüklerimiz boynumuzda, elimizde ve evin bilimum yerlerinde peçeteler, kollarımız, yastıklar sürekli nemli… Acaba oğlum diş çıkartıyor olabilir mi?

Bazı bebeklerin dişli doğduklarını duymuştum, hatta bir kitapta okumuştum (yanlış hatırlamıyorsam Elif Şafak’ın Pinhan adlı kitabındaydı) da doğaüstü bir şeymiş gibi gelmişti. Gerçekten de bazı bebeklerde ağızlarında dişle doğarlarmış. Natal diş adı verilen bu dişlere çok sık rastlanmamakla birlikte, dişlerin bebekte memeyi ısırma veya yutulma ihtimali gibi olumsuzluklardan ötürü uygun zamanda çekilmesi gerekliymiş. Bebeğinizin dişli doğmadığını varsayarak doğal sürece geçelim efendim.  

Şunu baştan belirtmekte fayda var: minik dişlerin çıkması bir seneyi bulabilir. Normalde 6. ay civarı süt dişlerini bekliyoruz. Tüm süt dişlerinin de hemen hemen 2.5 yaşında tamamlanacağını söylemek yanlış olmaz. Süt dişleri dedik çünkü bunlar 6 yaş civarı dökülecek ve yerlerine yenileri gelecek. Bebekten bebeğe değişiklik gösteren bu süreç, Kuzey kuzu gibi yoğun salya, hafif huzursuzluk ve hafif ateş eşliğinde 3-4 ay civarı da başlayabiliyor. Erken diş çıkarmanın kalıtımsal olduğunu hatırlatalım. Ben de dişlerimi oldukça erken çıkarmışım.

Doktorumuz henüz “Kuzey’in dişleri geliyor” demiş olmasa da, ben şu belirtilerle şüphelendim:

  • Fazla olmasa da ateş (özellikle baş kısmında ve sabahları)
  • Kilo kaybı (yeme düzeni aynı olmasına rağmen birkaç gram eksilmişiz J)
  • Gece huzursuz uyku (uyanmıyor),  gündüz genel huzursuzluk (gülücüklerimiz azaldı)
  • Salya ve tükürükte artış (peçete dayanmıyor diyebilirim, felaket!)
  • Sürekli kucak / ilgi istemi (hafif naz durumları var evet, özellikle bana)
  • Ellerini ısırma (parmak emmeden hafif ısırma moduna geçiyoruz ara sıra, bizzat serçe parmağımla denenmiştir!)
  • Hafif öksürük (üç gündür günde birkaç kez öksürüyoruz)
  • Her şeyi ağzına götürme isteği (en son baba pijamasının düğmesi ve çıngırağın kocaman kafası!)
  • İshal (yok)
  • Beslenmeyi reddetme (memeyi bazen ama biberonu aslaaa!)
  • Ağız çevresinde döküntüler (yok)
  • Yüz- boyun çevresinde kaşıntı (sanırım yok!)


Tabi ki bu bulgular bebekten bebeğe değişiyor. Kimisinde hiçbir belirti görülmeden bir anda dişi görebiliyorsunuz kiminde de yukarıda saydığım pek çok belirtiye rağmen diş çıkarmayla alakası olmayabiliyor. Bu noktada bilinmesi gereken bir durumu hemen ekleyelim, diş çıkarma dönemine giren bebek oldukça hassastır, bağışıklık sistemi tam çalışamayabilir, direnci düşüktür ve bünyesi hastalıklara da açık hale gelir.

Peki eğer Kuzey diş çıkartıyorsa (bunu pazartesi öğleden sonra öğrenebileceğimizi umuyorum) ne yapmam gerekiyor? Öncelikle huzursuzluk veren bu dönemi en çok ihtiyaç duyduğu yerde ve şekilde yani kucağımda ve şefkatle sarılarak geçirmesini sağlamalıyım.  Parmaklarını emmesini gülümseyerek izlemeli ve steril edilmiş uygun diş kaşıyıcılarla ona yardımcı olmalıyım. Diş kaşıyıcısı demişken, Kuzey’e aldığımız ilk çıngırak aslında bir diş kaşıyıcı imiş (tecrübesizlik işte J). Kullanmadan önce buzdolabına koyuyorsunuz,  içindeki sıvı soğuyarak kaşıma seansını daha keyifli ve az ağrılı hale getiriyor. Çok işimize yarayacağına eminim. Eğer ağrıları çok oluyorsa doktorumuzun tavsiye edeceği ağrı kesici jellerden alabiliriz ancak bunun için Kuzey’in 4. ayını doldurması gerekiyor. Ellerimi güzelce soğuk su ile yıkayıp bebeğimin diş etlerine hafif masaj yapabilirim, eminim onun da çok hoşuna gidecektir. Ve son olarak altta 10 ve üstte 10 olmak üzere toplamda yirmi süt dişinin tamamlanmasını beklemeden, hatta ilk dişimiz çıkar çıkmaz, ona bulabildiğim en cici, en yumuşak diş fırçasını alıyorum ve geceleri son ve sabah ilk beslenmeden sonra fırçalamaya başlıyorum.

Konuyla ilgili babble.com’da okuduğum bir metinde atlanmaması gereken noktalar belirtilmiş, hoşuma gitti, maddeler halinde paylaşayım hemen:
-Bebeğin bir ömür güçlü ve sağlıklı dişlere sahip olması için gerektiği kadar kalsiyum ve D vitamini şart. Bu yönde besleme ve güneş banyolarını aksatmamak gerekiyor.
-İki yaşından önce bebeğimizi, diş gelişimini kontrol etmesi için bir diş hekimine götürüyoruz. Hem iletişimleri de erken başlamış olur, pek de iyi olur…
-Bebeğin dişlerinin çıkması onu emzirmeyi bırakacağımız anlamına gelmiyor, aman ha! Bu konuda bir arkadaşımdan şöyle bir tavsiye dinlemiştim: “Isırmaya başladığında tepki verirsem bunu bir oyun sanıyor ve gülerek devam ediyor. Dişimiz sıkıp hiç tepki vermemeye çalışıyor, canımı çok acıtırsa onu hafifçe mememe bastırıp ağzını açmasını sağlıyorum!” Aklımızda bulunsun.
-Bir takım bitkisel yöntemler de hem ağrıyı alıp hem de diş çıkımına yardımcı oluyormuş bu metne göre. İyice araştırmadan ve hatta denemeden yazmamaya karar verdim. Yakında bu yazının altında diş çıkarırken alternatif tedavi başlığını görebilirsiniz.

Kuzunun ilk dişini görmek için sabırsızlanıyor, bu dönemi çok kolay ve huzurlu atlatması için dua ediyorum.

Sağlıkla…

Cuma, Ağustos 19, 2011

BEBEĞİM BÜYÜMEDEN



Bebeğiniz yeni doğduğunda çevrenizde hali hazırda anne-baba bulunanlardan sıkça duyarsınız: “Tadını çıkart, çok çabuk büyüyorlar…” Bebeğinizin hayatınıza getirdiği yorgunluk, uykusuzluk, yeni anne olma halleri bu uyarıyı kulak ardı etmenize yol açar. Hatta “Keşke çabucak büyüse” dersiniz. Sabahın köründe kalkarsınız ve gün sakız gibi uzar. Gün içinde birbirini takip eden görevler peşinizi bırakmaz. Ama o anne babalar haklıdır. Bebeğinizin gerçekten ne kadar çabuk büyüdüğünü ve geçirdiğiniz hiçbir güne geri dönemeyeceğinizi en fazla bir sene içinde anlarsınız. Bebeğiniz büyümeden yapmanız gereken 10 şeyin listesi aşağıda:

1-  Bebeğinizin videosunu çekmek için sebep aramayın: Sürekli elinizin altında bir kayıt cihazı bulunsun. Video, fotoğraf hatta ses kaydını ihmal etmeyin. Özel günlerin kayıtları daha uzun olacaktır ancak emin olun nedensiz çekilmiş minik görüntüler sizi daha çok neşelendirecek. Frankeştayn edasıyla yürüdüğü ilk adımlarını, çılgın tekmeler savurduğu oyun halısı görüntülerini, babasını gördüğünde müthiş kahkahalarını kaçırmayın derim. Hatta el ve ayak izlerini alın. Bunlar için yapılmış özel ürünleri mağazalarda bulabilirsiniz. Evde kendinizin de yapabileceğini düşünüyorum (bu konu üzerinde hala çalışıyorum). Kıyafetlerinden bazılarını da kolaj çalışması gibi çerçeveleyerek sergileyebilirsiniz.

2-   Bebeğinize bir günlük tutun ve sık sık yazın: Annem ben doğmadan minik bir bebeğim kitabı alıp yazmaya başlamış. Bundan 30 sene önce, düşünebiliyor musunuz? Yaklaşık bir yaşıma kadar çok sık olmasa da benimle ilgili gelişmeleri, ilk hediyelerimi, dişlerimi, ilk kelimelerimi yazmış. Hamile kaldığımı öğrendiğinde önerilerinden birisi, benim de aynı şeyi yapmamdı. Hemen gidip iki tane aldım. Birisi hazır şablonlar içeren bir kitap/defter. Diğeri “bebeğim günlüğü”. Hamileliğim boyunca muntazam yazmış olsam da doğumdan sonra mutfakta bekleyen bulaşıklar, askıdaki çamaşırlar, değişmesi gereken bez, uzun emzirme saatleri, tez derken ihmal ettim maalesef. Telafi etmek için de bu blogu tutmaya başladım işte :P Biliyorum ki  bebeğimin büyürken geçirdiğimiz aşamaların ana hatlarını hep hatırlayacağım ama “keşke daha çok ayrıntı biriktirseydim” diyeceğime de eminim.

3- Anneliğinizle ilgili uyarıları duymazdan gelin: Bebeğinizi dışarı çıkardığınızda hiç tanımadığını insanlar kendilerini sorumlu hatta yetkili hissederek size ne yapmanız gerektiğini söyleyecekler. Yakınınızdakiler yetmiyormuş gibi bir de bu yabancılar işin içine girince, hele ki ilk aylarda aklınız ve ruhunuz daha da karışacaktır. Geçenlerde marketteki kadının, kuzumun ayaklarını tutup “Üşümüş ama bebek, neden çorap giydirmiyorsun?” sorusuna tebessümle sessiz kaldım. En kibarı gülümseyerek sessiz kalmak tabi ama bazen çıldırtıcı olabiliyorlar ki bu durumda çekinmeyin, çıldırın. Unutmayın, çocuğunuzla ilgili en iyiyi SİZ bilirsiniz. Ukala tavırlara tavizkar davranıp bu güzel günlerin tadını kaçırmalarına izin vermeyin.

4-   Bebeğinizi başkalarıyla karşılaştırmayın: Özellikle ilk aylarda her bebek her anne için en akıllı, en sevimli, en becerikli bebektir. Zamanla diğer bebekleri gözlemlemeye başlar ve kendinizinkinin niçin “onunki kadar ……” olmadığını sorgularsınız. Bu arada üstün yanları da gururunuzu o ana kadar hiç olmadığı kadar okşar. Bu durumda aklınıza lütfen şunu getirin: Her bebek farklıdır. Siz hiç yürümeyen bir insan gördünüz mü? Ya da dişleri çıkmamış, çişini beze yapan… Hepimiz sadece ve sadece kendimizi hazır hissettiğimizde öğrendik bunları ama öğrendik sonuçta. Çocuğunuzu rahat bırakın ve gelişiminin keyfini çıkarın.

5-  İç güdülerinize güvenin (gerektiğinde doğru kişilerden doğru bilgi alın): Annelik sanırım biraz da pimpiriklilik demek. Ne yapmalıyım, ne vermeliyim, nasıl örtmeliyim, nasıl tutmalıyım... Liste sayfalar dolusu uzayabilir. Vücut ısısı birazcık artsa menenjitten korkarız, kucağımızda o gün fazla kalsa şımaracağını sanırız, yıkarken kulağına su kaçırmak, taşırken üstüne düşmek fobilerimiz haline gelir. Şimdi size basit bir soru: Sizce hayvanlar bu korkuları yaşıyor mudur? Cevap: Hayır, önlem alıp özgüvenle bebeklerini büyütürler. Önlem alırlar çünkü annelik hayata hazırlamak demektir ve hayat tehlikelidir. Özgüvenle büyütürler çünkü başlarında kendilerine gereksiz “akıl verecek” ve dolayısıyla yetersiz hissettirecek anne / kayınvalide / teyze / abla / komşu / bla bla bla yoktur! Bazen, özellikle doğanın bize bahşettiği olaylarda doğayla bütünleşmek meselenin anahtarıdır. Siz anne / babaysanız emin olun tanrı içinize o yetiyi çoktan koydu bile. Bebeğiniz büyürken özgüveninizi yüksek tutun ve bu durumun onlara da nasıl yansıdığını keyifle izleyin.

6-   Kendinize zaman ayırın: Aslında böylece ona da iyilik yapmış olacaksınız. Evet bir yeni doğanın ya da küçük bir çocuğun anneye ihtiyacı çok fazladır. Ancak burada bir ekleme yapmalıyız: Sağlıklı Anne. Doğum sonrası kilolarınızı vermek için spora başlayın, en azından yürüyün. Arkadaşlarınızla kahve içmek için buluşun. Alışverişe gidin. Arabanızla sevdiğiniz müzikler eşliğinde bir iki saat dolaşın. Siz bunları yaparken bebeğinize mümkünse babası baksın. Eğer işinden izin alamıyorsa bir tatil gününü seçebilirsiniz. Anneniz, başka bir yakınınız ya da bakıcınızdan bunu rica edebilirsiniz. Döndüğünüzde siz kendinizi çok daha iyi hissederken baba / bakıcı akraba ile çocuğunuzun iletişimi artmış olacak. Bu durum onlara da iyi gelecek (Zor geçirilen bir gün bile olsa, bebekle baş başa kalmanın hazzını tadacaklar emin olun).

7-  Bebeğinizin gıda alımıyla ilgili takıntılı olmayın: İlk altı ay sadece anne sütü tavsiye edilmekle birlikte eğer sütünüz bir sebepten ötürü yetersizse mama kullanmanız gerekecek. Bu noktada bebek formül mamalarını kullanmanız, inek sütünden uzak durmanız önerilecek. 6. aya varmadan başlayacağınız ek gıdalarda ise onu yedirme bunu içirmeler baş gösterecek. Tüm bu aşamalar esnasında bebeğinizin gıda alımı yani hayatının devamı sizin elinizde olduğu için seçenekler, zorunluluklar, öneriler arasında boğulacaksınız. Yapmayın. “Gıda sıralaması” yaparsanız rahat edersiniz (üzerinde çalışıyorum, yakında burada olacak). En yararlı ve gerekliden aşağı doğru inen bir liste. Özellikle ek gıdalar döneminde işe yarayacak. Sadece ne yedi, ne kadar yedi, nasıl içti kısımlarını atlayıp seçimi biraz da bebeğinize bırakmanız gerekiyor.

8-   Bebek malzemeleri için çok para harcamayın: Fark etmişsinizdir ki bebek/çocuk kıyafetlerin etiketleri sizinki+eşinizinkilerle kafa kafaya gitmekte. Ve biz yeni anneleri ilk andan itibaren “bebeğimin şuyu da olsun buyu da olsun, amanın eksik kalmasın” korkusu sarmakta. Aldanmayın, satın alacağınız ürünlerin büyük kısmını kullanmayabilirsiniz. Bu durumda kenara koyup onun eğitimi için yatırım yapabileceğiniz paranızı boşu boşuna harcamayın. Gerçekten gerekli ürün alımının yanı sıra bir önerim de kaynağına güveniyorsanız ikinci el kullanın. Kuzey’in gelişini öğrendiğimde “bebek alışverişi dünyası”nın kapısından başımı uzattım. Bu pozisyonda bile kredi kartlarımın limitleri zorlanmaya başlayınca, aynı anda kuzenlerim ve arkadaşlarımın bebeklerinden bize ciciler gelmeye başlayınca, araştırmalarım bu yönde oldu. Bu sistem kendiliğinde öyle güzel oturdu ki, şu anda giysi, oyuncak, mobilya ve aksesuarların döndüğü bir ağımız var (Bu konuyu başka bir yazıda detaylandıracağım). Ağabeylerinden kuzeye gelen eşyaları kısa süre kullanıp (çoğunu isteseniz de uzun süre kullanamıyorsunuz) temiz bir şekilde kuzeyden küçük kardeşlere gönderiyoruz. Unutmayın artık maddi sorumluluğunuz da arttı, birikim yerin savurum yapmamalı…

9-  Onunla çok vakit geçirin: Sarılın, sımsıkı sarılın ki kendisini güvende hissetsin, sarılmayı, sevmeyi öğrensin. Her fırsatta konuşun, ne yaptığınızı anlatın, şarkılar söyleyin, kucağınıza alıp dans edin. Geceleri birlikte uyuyun. Emzirirken / beslerken sadece onunla ilgilenin, elmacık kemiklerini izleyin. Her banyodan sonra ona şefkatle masaj yapın. Her gün defalarca ona “seni seviyorum” diyin. Bunu farklı dillerde de söyleyin. Kaliteli vakit geçirin demiyorum sadece, birlikte çok vakit geçirin aynı zamanda. Unutmayın yakın bir gelecekte sizin kucağınızda değil, muhtemelen sizden uzun boyuyla yanınızda olacak. Kokusuna deodorantlar karışmış, saçları jöleden sertleşmiş olacak. Vaktiniz varken hem onu hem kendinizi şımartın. Çok şımartın hem de…

10-  Evliliğiniz / kocanızla ilişkinizde bebeğinizi kullanmayın:  Bunu iki açıdan ele almak gerekiyor. Önce kötü giden evliliklerin bebek sahibi olarak düzeltilebileceği paradigmasından uzak durmak gerekiyor. Buna inanmayın, bebeğiniz sizin yada eşinizin psikoloğu değil. Hayata geldiği için siz de eşiniz de çok mutlu olacaksınız ancak kişiliğinizden yada çevreden kaynaklanan evlilik sorunlarının çözümüne hiçbir katkısı olmayacağını uzun vadede göreceksiniz. İkincisi; çocuk var boşanmayalım! Bu daha da tehlikeli. Emin olun sağlıksız bir ailede büyüyen bireyler, ayrı anne babayla yaşadıkları hayata göre daha kötü durumda olabiliyorlar. Ama şu da bir gerçek: bebeğin gelişi eşlerin birbirine hayranlığını arttırıyor. O mucizevi varlık tek başına yapılmıyor sonuçta ;)

Sevgiyle…

(Kaynak: Sue Sanders) 

KUZEY'İN 3. AY DÖNÜMÜ




Dün Kuzey Kuzu koskoca 3 ayı bitirdi :) ve çok daha anlamlı bakışlarla 4. aya merhaba dedi. İlk defa başımıza gelen -mama kaynaklı kabızlık- nedenli sancılanmalara rağmen neredeyse tüm günü minik bir seremoniye dönüştürdük.

Bu hafta anneannemle annem, evleri tadilatta olduğu için bizde kalıyorlar. Kuzey daha aktif, daha neşeli. Uyanır uyanmaz anneanne yatağına transfer olup gülücükler saçıyor. Öyle sanıyoruz ki anneannesini “oyun arkadaşı” zannediyor. Gün içinde ders çalışıyor, renk, koku ve sesleri tanıma çalışmaları yapıyor ve bol bol sohbet ediyorlar. Bu aralar en sevdikleri oyun “gol atmaca”. Şöyle oynanıyor:

Oyun minderine yatan Kuzey, asılı olan topa vurmaya çalışıyor. Anneanne önce çeşitli tezahüratlarla onu hedefe yönlendiren antrenör oluyor, kuzu topa dokunduğunda da “goool” diye bağırıp sevinç gösterileri yapan “ponpon kız” J Kuzey’in çabaları ve sevinci görülmeye değer…

Dün de mahmur gözlerimizi anneannenin yatağında açtık. Uyku öğünlerimizden arta kalan zamanlarda anne, anneanne, büyük anneanne (kısaca babaanne diyoruz) ile oyunlar oynadık. Biraz balkonda zaman geçirip kuşlarımızla iki çift lafladıktan sonra şerefimize tasarlanan kunta kinte pastamızı yapıp süsledik.

Akşam baba gelince önce güzel bir banyosunu yaptı kuzu. Ardından da beyaz takımlarını giydi. Kravatınızı takmayı da unutmadı tabi! Yemek ve pasta faslı derken ilginin tamamen üzerinde ve her zamankinden daha çok olduğunu anlayan 3 aylık kuzu, saat 8’de uyumama hakkını kullandı. Baba da bizi alıp gezmeye götürdü.

İlk kez gece gezmesinde, uyanık ve şaşkın bakışlarla bize eşlik etti Kuzey. Rengarenk ışıklarla süslenmiş sokaklar, mekanlardan gelen müzik sesleri, insanların ilgisi, Kuzey’in insanlara ilgisi, kokular… Baba ve annenin en sevdiği mekanlardan olan bir kitabevine girdik. Raflara öyle dikkatli bakıyordu ki, çevredekilerin de ilgisini çekmekten geri kalmadı. Kitapları incelerken gözümüze takılan KUZEY isimli Burhan Sönmez romanını ana-oğul birlikte inceledik.

Babanın anneye alıp kaşla göz arası bagaja sakladığı, otoparkta vererek “süfffriiiiiz” yaptığı ve öpücüğü kaptığı koca bir buket çiçekle gecenin dışarı ayağını çekirdek aile olarak noktaladık.
Eve döndüğümüzde ise gözlerinden uyku akmasına rağmen gülmeye çalışan kuzu, anneanne, baba ve annenin balkon sohbeti sırasında babasının t-shirtüne sarılı şekilde anne memesinde uyudu.



Benim oğlum bugün 3 aylık koca adam oldu :) Biz, 3 aydır anne-babayız… Bu mutluluk, gurur ve huzur her şeye değer. Ve gönülden dilerim ki isteyen herkes aynı duyguları yaşar…




  

DELİ ORANGUTAN ve ULU BİLGELER

Bak yaa, nasıl tutuyor / taşıyor çocuğu: Bu cümle her kurulduğunda anne sadece gülümser. Gözünün önüne nedense (belki mesleğinden belki de çokça izlediği belgesellerden) orangutanlar gelir. Acaba onlara da kendi orangutan büyükleri böyle eğitimler vermişler midir yoksa sadece İÇGÜDÜ ile mi hareket etmektedirler...
E bir orangutan içgüdüsüyle bebeğine mis gibi bakabiliyorsa insan evladı annenin neden bakamayacağı düşünülür? İçgüdüleri nasıl tutacağını, nasıl besleyeceğini, nasıl giydirip uyutacağını söylemekte, anne o sesi dinledikçe yüzündeki tebessüm kocaman olmaktadır. Ayrıca doktor teyzenin raporuna göre annenin içgüdüleri sayesinde kuzunun motor gelişimi neredeyse iki ay önden gitmektedir. Anne bilinçlidir ve mutludur. Kuzu da sağlıklı ve huzurlu.    

Ört o çocuğu, üşüyor o: İçerisi 28 derecenin üzerindedir. Anne bilir ki; kendisi kaç kat giyiniyorsa bebek için de giysi olarak bu kat sayısı veya bir kat fazlası gerekmektedir. Fazladan giydirilen her kat / uyumadığı sürece örtülen her battaniye bebeğin bağışıklık sisteminin gelişime engel olmakta, vücut ısı dengesini oluşturmayı geç öğrenmekte, hasta olmasın diye yapılan bu uygulama hastalığa davet çıkartmaktadır. Yine de susmaz sesler. Annenin odadan çıkması beklenir bebeği giydirmek/örtmek için. Odaya döndüğünde açılan bebek içinse fazladan birkaç gün tavır yapılır lohusa anneye!

Ayağının altını öpme, düşer...: Bu önerme karşısında kim ya da ne düşer nasıl düşer gibi sorular sormak ister anne. Bilir ki alacağı cevaplar güldürmekle kalmayacak sözün bittiği yer olarak içine yer edecektir. Susar. Kuzunun ayaklarını kendi avuçlarının arasına alır. “Söyleyen insan ulu bilge”nin gözlerinin içine bakar. Bir süre bekler.. Öpücük yağmurunu başlatır kuzu ayaklarına! Ulu bilge bir ip yumağını anneye fırlatır, isabet ettiremez.  

Elleri buz gibi olmuş, neden eldiven yok bu ellerde?: Gerçekten buz gibi mi peki? Hayır! Vücut ısısından düşük olmasının sebebi ise dolaşımın parmak uçlarında henüz çok yoğun olmayışı. Bırakılsa 3 ay boyunca eldiven giydirilmeye çalışılan bebeğin tırnakları anne tarafından kesilerek eldivenler ilk haftanın sonunda çıkartılır. Yine de arada minik eldivenler bulur sağda solda ya da “yüzünü çizmesin” diye takılan ellerde. Sonunda bütün eldivenler toplanıp saklanır! Kuzu artık dokunduğu her şeyi öğrenmekte, dokunma duyusu gelişmekte, buna bağlı olarak beyin gelişimi hızlanmaktadır. 2. ayının sonunda anne – babanın elini tutarak uykuya dalmak en büyük zevki olmuştur!

 Biri bir yandan “mama ver o çocuğa, aç o çocuk aaaaaç” / Diğeri öbür yandan “aç mı acaba, mama mı versek”: Bu başlığa sayfalar dolusu, günler boyu yazsa da içini boşaltıp rahatlayamayacağına emindir anne. Başlarda her seferinde ANNE SÜTÜnün önemini anlatır. Doyduğunu, doymasa ağlayacağını söyler. Tatmin edemez. Kilo-boy-baş çevresi ölçümleri normal çıkmaktadır, aktarır. Tatmin edemez. Mamanın zararlarını anlatır uzun uzun hatta -vebal atar- “böbrek hastası olursa sorumlusu siz olursunuz” diye. İnandıramaz, alternatifler çoğalır: “Pirinç unuyla mama pişir ona, bebe bisküvisi versen bak ne güzel doyacak”
Her “Aç o çocuk, aaaç” cümlesinde tükendiğini hisseder artık yavaş yavaş. Kilo alımı alt sınırdadır kuzunun. Sözsüz tepkiler de gelmektedir. Psikolojik savaş verilmektedir. “Mama vermem” diyen anneye surat yapılır, mama kabına yaklaşan anneye ise gülücükler atılır. Ciddi tartışmalar yaşanır. Sonunda annenin zaten pek az olan sütü üzüntülü bir gecenin ardından tamamen kesilir. 
Kuzu doymayınca birkaç gün mama verilir. Kaka koyulaşmış, kabızlığa gitmekte, 3 ay boyunca yaşanmayan gaz nöbetleri başlamaktadır. Ulu bilgeLERe göre normaldir, çocuk böyle büyür. “Mama veriyor” haberi kulaktan kulağa yayılır. Tatmin edilemeyen ulular, anne “pirinç unu” veriyor sanarak pek bir mutlu olurlar. Anne #mama-emme-açlık# kelimeleriyle ilgili depresif hallere bürünmekte, kendi açlığını bile önemsememektedir artık. Her mama hazırlayışında bebeği için içi acıyan ve avuç dolusu gözyaşlarını içine akıtan; çevresindeki insanlardan EMZİRME yönünde destek beklerken, onların cehaletleri / anlayışsızlıkları ve inatları için içinde büyüyen kırgınlık tamir edilemeyecek kadar büyüktür artık. Genelde emzirir, günde bir iki kez ve oldukça isteksiz mama hazırlamaktadır. Bunu gören ve ilk haftadan itibaren “Zararı olmaz, günde bir öğün de olsa mama ver, kilo alsın biraz çok üzülüyorum ben” diyen YAKINlar mutsuzdur.
Ardından konuşulurken “Bakıcıya kalınca görür gününü, nasıl beslenecek bak o zaman” cümlesini duyduğu gün henüz hiç başlamadığı iş hayatına başlamaktan vazgeçer. “Mama verse ölecek sanki çocuk” cümlesinden sonra ise sadece susar. Düşünür. Dua eder sütü olması, bebeğini besleyebilmesi için. Ertesi gün kuzu kabız olur, çok ağlar. Anne tüm gün sadece emzirir. Hala dua etmektedir sütünün artması, bebeğinin HAK ETTİĞİ gibi en güzel besinle, sağlıkla büyümesi için.

Belini tülbentle bağla da böööyle dimdik bir adam olsun: Anne “hayır” bile dememiştir ilk anda. Sessiz kalmayı tercih etmesi artık çevresindekilerce “HAYIR” anlamına gelmektedir zaten.  Tabi ki yine tatmin edilemezler. İlk muayenede bu öneri bir doçente sorulur içlerinden birisi tarafından, lafın sonu ağızdan çıkmadan anne tarafından çok sevilen doktor teyze, sorunun muhatabına “Sakın ha! Duymamış olayım, bel kaslarının gelişimini olumsuz yönde etkilersiniz” der. Muhatap: “Hımmmm!” der hafif mahçup. Bu konu neyse ki o anda orada kapanmış, yanıt muhatap tarafından muhtemelen diğer BİLGElere aktarılmıştır.


Birlikte yatma ezersin / Birlikte yatsan da sen uyurken emmesin çenesi düşer, ağzı yorulur, ezersin: Vermek isteyip de veremediğim yanıt: Evet gördüğüm çenesi düşmüş herkes sanırım anneciği ile birlikte gece boyu emerek huzurlu uyumuş! Ezme konusunda da verilmiş bir yanıt: Bunca yıldır kaç tane “annesi tarafından ezilerek öldürülmüş olmuş bir bebek gördün/duydun?”


Ver ayağımda sallayayım: “Ayağında sallayarak uyut” demeye gerek yok, çünkü zaten kuzu uykusu geldiğinde bunu esneyerek belli eden ve beşiğinde / yatağında kendi kendine uyuyan 3 aylık bir bebek. Bu teklif öyle sanıyorum ki “Çocuklarımı ayağımda salladım, yıllar geçti özledim, ver biraz da seninkinin beynini sallayayım” Ne mi yapar anne? Sağ kaşı havaya kaldırıp temsili bir ı-ıh!


Burnuna / Gözüne / Yüzüne sütünden damlat: Evet tıkanınca burna, çapak olunca göze, sivilce çıkınca yüze damlatılmalıdır ulu bilgelere göre anne sütü. Zaman zaman işe yaraması sütün yapısından kaynaklanmaktadır ama önerenler bu girişimlerin tehlikelerinden bihaberdir. Akciğerine – solunum yoluna kaçıp zatürree olur! dediğinde ise anne çok bilmiş olur. Yöntem pek tabi ki asla denenmez. Yüzdeki sivilceler sütle geçen hormonlardan kaynaklanır ve ortalama 24 saatte geçer yani -biz üzerine süt sağardık da geçerdi- tesadüftür.



O kadar oyuncağı ne yapacak / Hepsini çıkarma bıkmasın: İlk cevap tabi ki oynayacak oluyor ama ikincisi için iş biraz karışık. Bu teklif 2-5 yaş arası uygulanabilecek bir yöntem aslında. Ancak söz konusu 3 aylık bir kuzu ise ve gördüğü, duyduğu, dokunduğu her şey gelişimine yardımcı oluyorsa, evet anne salonun ortasını koca bir arenaya dönüştürüp boğa burcu, meraklı küçük bebeğini rengarenk, en çok da kırmızı oyuncaklarıyla tanıştırır, kaynaştırır.




Biz kırkı çıkmadan dışarı çıkarmazdık, erken başladınız gezmelere: Annenin ilk tepkisi safça bir soruyla oldu: “A-aaa doktora aşıya falan da mı götürmezdiniz?” “Yok onlara götürürdük” Annenin kaşları düştü: “Hıı, dışarı çıkarırdınız yani!” Cevap: “O gerekliydi tabi, gidip gelirdik” Anne: “Neyle?” Cevap “E otobüs, dolmuş, bazen de karda kışta yürüyerek, o zaman nerdeee bu imkanlar?” !!!! Sessizlik…
Kuzu 3. günü gittiği doktor kontrolünden bugüne dışarılarda. Hiç hasta olmadı. Tam aksine girdiği her ortamda gerektiği kadar ve şekilde kalarak bağışıklık sistemini güçlendirdi. Geçen hafta “Oyun grubu”nda, kendisinden 8 ay büyük ağabeyleri oynadı, o şimdilik annesinin kucağında izledi. Haftaya da baba, anneyle kuzuyu tatile götürüyor.”

Hava sıcak su ver, hatta içine limon damlat C vitamini olsun bebeğe: İşte yine gıda alımıyla ilgili taciz! Üstelik şehirlerarası telefon hattı ile. Yetmezse yakınlarda bulunanlar vasıtasıyla… Anne açıklar: Anne sütü aldığı sürece su vermeye gerek yok, hatta tehlikeli. Üstelik C vitaminini yeterli ve doğru yollardan alıyor kuzu. Sizce tatmin olmuşlar mıdır?



Anneyle kuzusu, kuzunun doğumundan bu yana kendi kendilerine yetmektedirler. Kendi evlerinde akşama kadar ikisi, baba işten gelince üçü sağlık ve mutluluk içinde yaşamakta, ara sıra yapılan ziyaretlerde ve misafir ağırlamalarda bu tip önermelerle karşılaşmaktadırlar.  Annenin adı -sanki anormal ya da çok çok yanlış şeyler yapıp da çocuğa zarar veriyormuş- gibi DELİ ANNEye çıkmıştır. Ya çok koruyucudur (ki sevmek isteyen yabancı ama -uygun- kişilerin kucağına kuzuyu verip dokunma insanlarla iletişimini arttırma çabalarına rağmen) ya da çokbilmiştir (evet çok okur, çok araştırır, dolayısıyla çok bilir, iyi ki de öyledir). Anne bundan gurur duymakla birlikte üzüldüğü konu, çevresindekilerin GEREKSİZ önerileri, değişmeyen ve bilgiye kapalı tavırlarıdır.


Peki deli değil midir? Delidir. Sınırları geçilmeye kalkışıldığında fırlattığı deli deli bakışlarla da kendisini ve yavrusunu korumaktadır.


DEVAM EDECEK…

Salı, Ağustos 16, 2011

BEBEĞİMLE UYUMAYA DAİR



Kuzey iki gün sonra 3. ayını bitiriyor.

Doğduğu ilk ay çevremizde bazı “enteresan” tiplerin “Hadi şimdi bakın bakalım keyfinize, siz 40’ından sonra göreceksiniz gününüzü, büyüdükçe huyu suyu değişecek” önermeleri ve hatta iddialarına rağmen, ne huyu değişti Kuzey kuzunun ne suyu. Aynı sesler, Kuzey karnımdayken de “Ne yapacaksın bakalım bu kadar hareketli bir bebekle!” der, hatta “Konuşup da şımartma şunu, dilli düdük ettin” diye uyarırlardı! 40. günümüz bitince bu kez “100. günde bebeğin huyu değişir”ler başladı. Muhtemelen onun da -tutmayacak bir iddia- olduğunu hissedip, mevzu bahis huysuzlukların -ben işe başladığımda-, -emeklerken/yürümeye çalışırken-, -kardeşi olduğunda-, -en geç ergenlikte- olacağını biraz daha düşük seste hecelemekteler…

Hastaneden evimize geldiğimiz ilk günün gecesi de dahil olmak üzere bugüne kadar sadece bir kez uyumamışlığı vardır. O da 2 aylıkken, bir cumartesi gecesi 2’ye kadar ve gülücükler eşliğinde. Sevgiliyle, bu uykusuzluğun nedenini anlamamakla birlikte, uyuması için ısrarcı olmayıp, o saate kadar birlikte olabilmenin tadını çıkarttık. Sonunda oyun ve konuşmalardan yorgun düşüp uykuya daldığında, biz de evladımızla maneviyatımızı doyurmuş, yüzümüzde tebessümle uykuya dönmüştük. Doğru yapmışız! Doğumundan beri annelik ve babalık içgüdülerimiz bizi doğruya ve dolayısıyla içsel huzurumuza sürükledi. Kuzey de doğal olarak bize eşlik etti.

O gece de, tıpkı önceki 60 ve sonraki 20 gün boyunca olduğu gibi Kuzey, anne-babanın odasında, anneannesinin onun için aldığı mavi fırfırlı, sallanabilen beşiğinde uyudu. Gece uykuları düzenli ve 2 açlık uyanmasının haricinde kesintisiz olmasına rağmen, bir süre sonra bu uyanmalar beni yormaya başladı. Üstelik henüz işe başlamadım. Sabah 4-5 gibi emzirmek için uyandığımda bazen yanıma alırdım. Koynumda, huzurlu ve daha uzun bir sabah uykusu yapardı. Emzir-(e)-me-(me)-k yazımda da anlattığım üzere sütümle ilgili problemler başlayınca hafif bir huzursuzluk baş göstermekteydi ki… Annelik içgüdüsü sağ olsun, onu da çözdük. Üstelik hem huzursuzluğu hem de kısmen süt olayını J

Kuzey artık bizimle uyuyor. Daha doğrusu uyku düzeni şöyle:

- Anne koynunda sabah 8-den 9 / 10’a kadar şekerleme
- Öğlen 12’de kendi odasındaki park yatağında, perdeler yarı kapalı, kendi kendine uykuya dalma.
- 14:30-15:00 gibi anne yatağı / park yatağında emerek / kendi kendine yarım saatlik bir şekerleme daha
- 17-18:00 dolaylarında park yatağında en fazla bir saatlik uyku, uyanınca yarım saatlik dönencelerle veya uyku arkadaşı MANU ile sohbet
- 20:00 / 22:00 arası anne-baba odasındaki beşiğinde gece uykusuna geçiş
- 00:30 / 02:30 gibi anne koynuna transfer (bir elimiz ya da ayağımız da babaya değmeli!)



Artık geceleri bir “emmmeii” sesi ile uyanıp, sersem ve tehlikeli bir vaziyette emzirmiyorum. Kuzey kuzu ne zaman isterse o zaman, bütün bir gece boyunca emebiliyor. Bu durum hem sütümün artmasına yardımcı oldu hem de üçümüzün de daha iyi hissetmesine.

Yanımızda uyuduğunda fark ettim ki, Kuzey kuzu artık:
• daha huzurlu
• daha düzenli
• daha az açlık krizi yaşıyor
• daha fazla gülücüklerimiz ve agularımız var
• gün içinde yalnız kalma toleransı artmış durumda

Sevgili babamız çok yoğun çalıştığı için Kuzey’in doğumundan beri: “Bizimle uyusun muu?” derdi hep J İlk hissetiğim şey korku olurdu her seferinde: EZERİZ!!! Yoksa, -yok efendim alışır, aman yatağımızdan gitmez…- Bunlar aklımın ucundan bile geçmezdi. Bir de hem sevgilinin hem de benim RAHAT uyuyamayacağımız endişesini taşırdım. İkisi de yersiz ve gereksiz korkularmış. “Hiçbir anne-baba bebeğini ezmez!” deniyor okuduğum bir yazıda. Evet, ezmiyoruz. Genelde yatağın BEN tarafında, arkası dönük ve deli yatan sevgili bile uyanmadan sürekli Kuzey’i kontrol altında tutabiliyor. Tabi baba için -alkollü olmamak- gibi bir kuralımız var. Yorgunluk? Sıfır… Onda hiçbir değişiklik yok, ben de eskiye göre daha iyi uyuyor, daha dinlenmiş kalkıyorum. Uyanıp da bebeğimin yüzüne baktığımda kulağıma sesleniyor melek sesiyle “Güvendeyim, iki sevgili arasında, huzurlu ve mutluyum!”

Yatağa alışmasından korkmuyor musun diyecek olanlara peşinen cevap vereyim: Hayır! Siz hiç 16 yaşında ailesi ile yatan bir çocuk! gördünüz mü? Sunderland amca “The Science of Parenting (Çocuk Yetiştirme Bilimi)” adıyla yazdığı kitabında, 800 bilimsel çalışmayı incelemiş ve demiş ki: Anne ve babalarıyla birlikte uyumak, çocukların sağlığını olumlu yönde etkiliyor, ayrı yatmaya zorlanan çocuklar strese giriyor ve fiziksel acıya maruz kalan bireylerle eş tepkiler veriyor. Bunları bilerek, Kuzey bizimle yatmaktan şu anda keyif alırken ve gelecekte de muhtemelen bunu isteyecekken, nasıl -hayır- derim?  Hoş, Kuzey’in gelecekte ne isteyeceğini bilmiyorum. Belki bazı çocuklar gibi bu duruma 2-3 yaşlarında kendi isteğiyle son verip mavi+yeşil odasına geçer, belki de 5-6 yaşına kadar bizim kokumuzu, sıcağımızı ister. Sonu hangi tarihte olursa olsun, “bir gün bu minicik bebeğin büyüyüp, onunla yatamayacak, kokusunu içime çekemeyecek olmam” düşüncesi beni şimdiden melankoliye sürüklüyor…

Bu gece alın bebeklerinizi koynunuza, bir ara uyanıp nefesini dinleyin, melek sesleriyle bakalım ne söyleyecekler size ;) Siz bebeklerini -İngiliz Stili- “hıçkırıklarla ağlatarak” da olsa yalnız başına / odasında uyutmaya çalışanlardansanız bana telefonunuzu bırakın, onları koklayamayacağınız yaşa geldiğinizde sizi arayıp bir NABER? demem için….

Ehe, şimdi yazının başında bahsettiğim “enteresan” tiplerin “A-aaa çocukla yatılır mıymış hiç?” lerini duymaya başlayacağım günü sabırsızlıkla bekliyorum… =oD


Cumartesi, Ağustos 13, 2011

EMZİR-(E)-ME-(ME)-K



Kuzey doğalı bugün tam 86 gün oldu!

86 günün kaçında "Ohh.. Sütüm yetti bugün oğluma, aç da gözükmüyor!" demedim? Bilemiyorum. 16 değildir... Belki sadece 6 gün!

Kuzey 3.340 gr doğan sağlıklı bir bebek. Doğumdan sonraki 10 günde 2.900 gr' a kadar düşüp, doğum kilosuna beklenen sürede ulaşamadığı için mama takviyesine başlandı. 10 gün içinde azaltarak kestik mamayı. Yirmi gün önceki kontrolüne kadar hep en alt sınırdaydı kilo alımı: aylık 600 gram / günlük 20-23 gram. Yine de inatla, ısrarla sadece anne sütü verdim bebeğime.

Doktorumuz Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesinde bir arkadaşım. Sezaryen olmak zorunda kalıp o pembe önlüğü giydiğimi, kolumda serumla ameliyathanenin içinde bir sedyede otururken "bebeğime sağlıkla kavuşmak için" durmadan dua ettiğimi hatırlıyorum. Bir de odamda uğultulu sesler, gülüşmeler, şefkatli dokunuşlar arasında kucağımda minicik, sarı, kıvırcık saçlı bir kafa ile kırmızı bir vücut gördüğümü. Ülkü hemşiremiz ve doktorumuz Canan başucumda, Kuzey'in ağzı ile sağ meme ucumu birleştirmeye çalışıyorlar. "Aferim! Nasıl da güzel tutuyorsun bebeği, bak nasıl aldı hemen memeni"  sesleri geliyor kulağıma. Sağ meme ucumda minik bir karıncalanma ve vakum hissi! EMZİRMEK bu kadar mı değişik bir duyguymuş? Tarifsiz, elinde minicik bir bebek, sana muhtaç, ağzı memende ve sen artık annesin...

Keşke o andaki kadar kolay, sorunsuz sürseydi emzirme hikayemiz...

İlk 2 gün hastanede kaldık. Her iki saatte bir Kuzey'i uyandır, uyanmazsa soy ve emzir. Memeler iyi ama süt var mı yok mu bilmiyorum. Nasıl anlaşılacağını da... Eve geldiğimiz gece memelerde dayanılmaz bir acı. Uçları yara olmaya yüz tutmuş. 2 saatte bir emmek zorunda bebeğim. Dişlerimi sıkıyorum, yastığı sıkıyorum, göz kapaklarımı sımsıkı kapatıyorum. Dayanamıyorum acıya, gözümden yaşlar süzülüyor 10. günün sonunda.

Kontrole gittiğimizde acıdan bahsediyorum, "Geçecek!" deniyor. Geçecek, biliyorum ama sanki sadece ben hissediyorum o acıyı, kimse bilmiyor... Kuzey doğum kilosunun altında. Hem acıyor, hem süt yetmiyor sanki?

Kuzey 12 günlük. O gece emzirmek için kurduğum saat alarmını duymuyorum yorgunluktan. Gece 4 emzirmesini kaçırıyorum, gözümü açtığımda saat sabahın 7'si. Eyvah! Bebeğim 5 saat aç kaldı. Ya kan şekeri düştüyse? Ya bir şey olduysa ona? Fırlayıp alıyorum kucağıma, yüzüne bakıyorum. Melek gibi uyuması korkutuyor beni. Uyandırıyorum, emiyor ama bende günlerce geçmeyen bir suçluluk duygusu.

Tekrar kontrole gidiyoruz. Mamaya başlanması gerektiğini söylüyor Canan Doktorumuz. Önce emecek Kuzey, 15 dakika beklenecek ve 30 cc mama verilecek. Her öğün. Üçüncü günden sonra öğünler azaltılacak. Uyguluyoruz. Tamam! Kuzey artık doğum kilosunda! Daha öz güvenli emziriyorum artık, yetiyor sütüm bebeğime. Acısı azaldı ama geçmedi henüz. Ülkü hemşiremizi ziyaret gittiğimizde Kuzey acıkıyor. Oturuyorum emzirmek için, hemşirem yaklaşıp "Bakalım sütüne" diyor ve mememin ucunu iki parmağımın arasına alıp sıkmamı söylüyor. Şaşırıyorum! Anne sütü öyle sıkınca çıkacak bir şey mi? Acemice yapmaya çalışıyorum. İncecik bir kanaldan süt fışkırıyor ileri doğru. Nasıl mutlu oluyorum, nasıl gururlanıyorum SÜT VERİYORUM diye :)

Kuzey 1 aylık. 3.510 gr. Sütün sağılıp miktarına bakıldığını duyuyorum. Nasıl sağılır onu da bilmiyorum. Annemden çıkıp eve giderken bir gece, nöbetçi eczane bulup bir pompa alıyoruz. Daha doğrusu biz pompa aldığımızı sanıyoruz. Aldığımız şeyin meme ucu için TİRLE denen pompamsı alet olduğunu bilmiyoruz. Tam 1 ay kullanıyorum ama ben o komik aleti :) Kuzey emiyor, uyuyor. O uyuduktan 1 saat sonra ben o komik aletle azıcık azıcık sağıp biberonuna dökerek biriktiriyorum. Toplamda en çok 60-70 cc çıkıyor. Onu da hemen içiriyorum. "Böyle olmayacak, elektrikli pompa alalım, hem çalışırken de BOOL BOL sağar, stoklarız" diyoruz sevgiliyle. Günlerce araştırıp en iyisinin hastane tipi olduğunu öğreniyor ve çiftli bir elektrikli pompa alıyoruz. O gece alete ve birbirimize şaşkın gözlerle bakarak ilk denemeyi yapıyoruz. Plastik şişe doluyor yavaş yavaş, 60 cc olunca pek bir mutlu oluyoruz... "Baba" sevgili de ilk kez o gece sağılan sütü Kuzey'e biberonla içirme zevkini tadıyor. Sonra bağımlısı oluyor ve bana her gün süt sipariş ediyor. Saat 10'da eve gelip benim gün içinde 3-4 seferde biriktirebildiğim ortalama 100 cc sütü yatakta büyük bir keyifle içiriyor. Kuzey babanın gözlerine anneye baktığı gibi bakıyor. Bu seremoni o gün bugündür hala devam ediyor...



Kuzey ikinci ayını da bitiriyor. 4.310 gr. Günlük kilo alımı 23.5 gr. Anne sütüne devam diyor doktorlar. Ben emzirmek istiyorum. Geceleri saatin alarmını kurmuyorum artık. Ne zaman uyanırsa o zaman emziriyorum. Gündüzleri de ne zaman isterse. Genelde meme ağzında dolaşıyoruz artık. Sırtım, belim, kollarım ciddi ağrılarla biz buradayız diyorlar. Duymuyorum seslerini, umursamıyorum. Emziriyorum. Bu arada şu listede yazanların tamamını tüketiyorum:

-Humana still tea
-Efes alkolsüz bira
-Isırgan çayı
-Rezene çayı
-Balla karıştırılmış dövülmüş çörek otu
-Helva
-Buğday çorbası
-Salata
-Karpuz
-Bulgur pilavı
-Keçi sütü ile yapılmış irmik tatlısı
-3 lt su

Neymiş efendim süt olacakmış, olan da artacakmış. Artmıyor ki! Artmıyor işte... Bir gün artsa ertesi gün diplerde. Kuzey mırıldanıyor. Ben hala diretiyorum. Herkese, gördüğüm, tanıdığım tüm annelere aman diyorum "İLK 6 AY SADECE ANNE SÜTÜ!!!" Emziriyorum. Annem Kuzey'i her görüşünde "Niye zayıf bu çocuk yaa!" diye dertleniyor. Hele birlikte dışarı çıktıysak, vay halimize! Etraftan gelip geçen herkes söz birliği etmişçesine "Ne kadar küçüüüük! Çok tatlııııı!" dedikçe annem deliriyor, beni de delirtiyor. Bir gün "Hiç şööyle dolu dolu olmadı memelerin, 40 günü çıkarmaz diyordum ama 3 ayı çıkarsa bari" diyor. İyi niyetle diyor, yumuşak sesle diyor ama... İçim acıyor... Yalvarırcasına destek istiyorum. Anneannemin tek cümlesi "Aç o çocuk aaaç!!!" Teyzelerim "Mama ver yavrum bu çocuğa, çok zayıf, tutulmuyor..." Sevgili her fırsatta soruyor "Basalım mı 100 cc mamayı?" YETEEEERRR diye bağırmak istiyorum. Kuzum çok sağlıklı. Motor gelişimi de çok iyi. 1. ayın sonunda başını 90 derece kaldırabiliyor. Çok keyifli, düzenli, huzurlu bir bebek. Her gün okuyorum, sütümü ölçüyorum, bebeğimi gözlemliyorum. İlk 6 ay sadece anne sütüüüüü.... Anlatmaya çalışıyorum... Anlaşılmıyorum... Yoruluyorum....

"Her annenin sütü çocuğuna yeter" yazıyor hastane duvarında. "Anne sütü alan çocuk...(öyle)...olur, ....(şöyle)....gelişir, anne sütü...(böyle)....iyidir" deniyor okuduğum her yazıda. Ben nasıl mahrum bırakırım bebeğimi? "O mamaların yapıldığı fabrikayı gördüm" diyor bir arkadaşım, "uzak durmak lazım". Ne yapmak lazım???

Kuzey 70 günlük. Menstruasyon, arkasından anneyle aynı konuda ciddi bir tartışma daha. Ertesi gün iki kez mama. Memeyle kavga ediyor artık. Geceleri sorun yok ama gün içinde çok huzursuzlanıyor emme esnasında. Bir taraftan tez yazıyorum. Kuzey'in düzeni bozulunca her şey tepetaklak oluyor. Yalnızım! Evde de, içimde de... Su kaynatıp soğutuyorum. 100 cc mama yapıyorum. Duraksamadan içiyor. Çok mutlu. İkilemlerim başlıyor o gün. İlk 6 ay anne sütü mü yoksa doyan, tok, huzurlu bir bebek mi?

Geceleri sağmaya başlıyorum, gece gündüz iki saatte bir sağıyorum. Artar deniyor, artmıyor. Tüm gün çıkan toplamda 50-80 arası oluyor. Günde 2 yada 3 kez 100 cc mama veriyorum artık bebeğime. Her seferinde içimde büyük kavgalarla, her seferinde ondan özür dileyerek, içimin acısını tokluğunun huzuruyla dindirmeye çalışarak. Aralarda emiyor canı isterse... İki gündür sağmıyorum da. Ben çok yoruldum. Ne yapmalıyım bilmiyorum. Sadece emsin istiyorum. İlk altı ayın en azından beş ayı sadece anne sütü alsın istiyorum. Günler geçiyor, zaman tükeniyor. Üzülüyorum... Yarın biberonumuzu değiştireceğim. Deliği genişlemiş, belki yenisinin faydası olur. Bu arada mama yediğinden beri kilo alımı günlük 30 gr'a ulaştı!!!

Şimdi sen söyle sevgili okur; bu işte düz mantıkla fayda/zarar analizi mi yapılmalı?
Nasıl?


Pazartesi, Temmuz 25, 2011

Bebek Nasıl Taşın(malıd)ır ?



Kuzey doğmadan önce pek çok konuda yaptığım araştırmalara, taşıma konusunu da dahil etmiştim. Henüz bir bebeğin nasıl bir şey olduğunu BİLMEDEN onu nasıl taşıyabileceğinizi veya taşımanız gerektiğini de bilemiyorsunuz doğal olarak.

Kısa sürede okuduğum onlarca yerli / yabancı blog yazısı, alışveriş sitelerinin “bebek taşıma” ürünleri ve yapılan yorumlar derken ilk üç ay hiçbir şey kullanmamam gerektiği, sonrasında da kanguruyla başlayabileceğimiz fikrine kapıldım. Yanılmışım…

Doğumdan 5 gün sonra kontrol için doktorumuza giderken kucağımdaydı kuzu. Muayenehane kapısının önünde bizden başka en az 7-8 kişi daha vardı ve birisi hariç hepsinin elinde “bebek taşıma çantası” olarak adlandırılan; altında karton üzerinde fermuarlı kaba bir parça, içinde bebek, üzerinde de SARI TÜLBENTler dikkatimi çekti. Diğer anne-baba oto koltuğu ile çıkarmışlardı bebeklerini yukarı, yeni doğan bölümüne. O kutumsu aletlerde taşımayacaktım bebeğimi, en iyisi kucağa devam...

Bir şeyi merak ettiğinde gözleri bi-xenon far gibi çalışan bendeniz hem internette hem de alışveriş merkezleri, pazar yürüyüşleri, akşam gezintileri gibi her mekanda (evet kuzu doğduğundan beri hep dışarılarda, bunu başka bir yazıda anlatacağım) bu konudaki araştırmalarımı hızlandırdım.

Markalar, tarzlar, öneriler, şikayetler… I-ıh çıkamadım işin içinden. Kuzey neredeyse 2. ayını bitiriyordu ve ben hala “kesesiz kanguru” modelinde bebeğim kucağımda geziniyordum. Evimizin karşısındaki markette reyonları aheste gezerken bazen üzerimize bir örtü atıp emziriyordum da. Ve hala hem bebeğimin hem benim rahat edebileceğimiz, hem uyutup hem emzirebileceğim, hem şık hem faydalı bir ürün olan SLİNGlerden haberdar değildim! Kendime haksızlık etmeyeyim, sanırım böyle bir ürün olabileceğine inanmadığım için araştırmalarım yüzeysel oluyordu ve sonuca ulaşamıyordum.

Derken bir gün annemden bir haber: “Filanca ünlü yeni doğan bebeğini üstüne bağlamış, çocuk boğulacak diye ortalık ayağa kalktı!” BOOİİNNGGG diye bir ses çınladı kulağımda, başımın üzerinde 100 mumluk bir ampul belirdi: üzerime bağlamak!!!… Kuzey’i üzerime bağlayabilirsem iki elimi de kullanıp tezimi bile yazabilirdim!

İşte o gün SLİNG denen bir şey olduğunu,  bunun çok eski bir yöntem olup pek çok da çeşidi olduğunu öğrendim. Hatta uzunca uygun bir kumaş bulup evde kendim bir sling yapabilir ya da bir mağazaya gidip deneyerek alabilirdim. Tabi ki ikincisini seçtim.(Üşendiğimden değil yahu, sırf merak). Ankara’da bize en yakın bebek mağazasına gidip slingleri sorduk. Ancak o gün annem de yanımızdaydı ve her tür yapay taşımaya ilk üç ayda karşı olduğunu inanılmaz belli etti. Öyle ki satıcı kızcağız “Ayyy anneanne nasıl korktuuu” şeklinde hayret cümleleri kurdu.

Evet bebeğim biraz küçüktü, kendini olabildiğince salmış uyuyordu ve ilk slingimizin içinde kaybolmuştu ama denemeye değerdi. Araştırmalarım sürdü. Başlangıç için hangisi öneriliyor, hangisi kaç yaşına ve kiloya kadar kullanılabiliyor gibi pek çok soruma da yanıt bulunca internetten siparişle bir sling aldım. Rahat, Kuzey için hareket alanı olan, pek çok farklı pozisyonda ve çift taraflı kullanılabilen, pratik, üstüne üstlük KIRMIZI =oD


Slingimizin geldiği gün “bebeğimi üzerime giyerek” bir yürüyüş provası yapayım dedim. O kadar rahat ve mutluyduk ki, evimizden elimizi kolumuzu sallaya sallaya IKEA’ya kadar yürüyüp geri geldik kuzuyla. Yürüyüş yolumuz boyunca araçların yavaşlayarak bakmaları mı dersiniz, alışveriş merkezinde parmakla gösterilmeler mi, durdurulup marka - fiyat - kullanım soranlar mı, yoksa "ablam hamile gösterebilir miyiiiim" diye fotoğraf çekenler mi... Anormal soru ve yorumlar beklerdim okuduklarımdan sonra ve cevaplarım da hazırdı ama gerek kalmadı. Teyzelerin bakışları biraz korku dolu, hamile ve yeni anneler meraklı idi. Ama en önemlisi ben rahat, Kuzey’im de huzurlu ve mutluydu…

Tabi slingimizi kullanma alanımız hayal gücümle orantılı olarak arttı. Önceleri tezimi yazarken kuzuyu içine koyup emziriyordum. Bir memeyle işimiz bitince hop slingi diğer omza as ;) Sonra birlikte mutfak malzemelerinden şarkılar besteleyip yemekler yaptık. Balkonda çamaşır astık. Lavaboları temizledik. Diş fırçaladık. Alışveriş yaptık. Sağ el bileğim incindiğinde de Kuzey kuzu tüm gün kucağımdaydı…

Slingler kendilerine kaç yıl önce ticari anlamda piyasada yer etti bilemiyorum ama etmemiş olsaydılar da bir çarşafı kesip bebeğimi göğsüme / sırtıma bağlardım sanırım. Nefesini, kalbini hissedebilmek; sıcağımı, şefkatimi ona sunabilmek için. Denemediyseniz deneyin derim. Vee hep söylerim “Her saat büyüyen bu kuzuları, bir gün kucağınıza almak, koklamak istediğinizde çok geç kalmış olacaksınız. Vaktiniz varken sınırsız temasın tadını çıkarın”

Sevgiyle…




Salı, Temmuz 05, 2011

ARŞİVDEN BİR YAŞ PASTA YAZISI

Bu sabah dolapta bekleyen pastaya dadanmak üzere iken aklıma bir kaç sene önce kaleme aldığım (*) yazı aklıma geldi. Paylaşmak istedim...



TATLI TEHLİKE

Yaş pasta, çoğumuz tarafından sevilerek tüketilen bir gıda maddesi. Çeşitli içeriklerde hazırlanan yaş pasta, ülkemizde daha çok çikolatalı ve meyveli olarak tüketime sunulmakta. Bu ay, işlenmiş gıda maddeleri sınıfına giren bu tatlı lezzetin, uygun koşullarda üretilmediği takdirde sağlığımız açısından büyük risk taşıdığı gerçeğini gözler önüne sereceğiz.

Gıdalarda bozulma fiziksel, kimyasal ve mikrobiyolojik olarak şekillenebilir. Yapısından dolayı raf ömrü uzun olmayan yaş pastalar, yüksek nem içeriği ve su aktivitesi dolayısıyla bakteri, maya ve küfler ile mikrobiyal bozulmalara uğrarlar. Bu durum gıda zehirlenmesi olarak tabir edilen önemli sağlık problemlerine neden olabilmektedir.  

Yaş pasta yapımında kullanılan çikolata, yumurta, meyve, süt ve krema mikrobiyolojik yönden bozulmaya hassas gıda maddeleridir. Hijyenik koşullarda üretilmemeleri, içeriğinde yer alan maddelerin istenilen nitelikte olmaması ya da üretim sonrası uygun koşullarda saklanmamaları gibi durumlarda, sağlık açısından önemli tehlikeler ortaya çıkabilmektedir. Önemli bir başka nokta ise, bu ürünlerin baskın vanilya aroması nedeni ile çok sayıda mikroorganizma ihtiva etseler bile tat ve kokularında fark edilebilir bir değişikliğin olmayabileceğidir.

Yapılan bilimsel pek çok araştırma, yaş pastaların belirli bakteriler yönünden gıda zehirlenmesi riski taşıdığını ortaya koymuştur. Bu bakterilerden bir kısmı çiğ yumurta tüketimi, pasta, mayonez ve dondurma yapımında kullanılması gibi durumlarda da zehirlenmeye neden olmaktadır. Zehirlenmeye neden olan bakterilerin büyük çoğunluğunun ısıya maruz kaldıklarında, yani gıda maddesine pişirme işlemi uygulandığında etkisiz hale geldiği kanıtlanmıştır. Oysa ülkemizde yaş pasta üretiminde genellikle ısıl işlem görmemiş kremalar kullanılmaktadır. Ayrıca pastalara yapısal özellikleri gereği üretimleri esnasında herhangi bir pişirme işlemi uygulanmamaktadır. Mikrobiyolojik açıdan oluşan risk, en çok bu noktada ortaya çıkmaktadır.

Ne yazık ki, ülkemizde yapılan çok sayıda araştırma, tükettiğimiz yaş pastaların mikrobiyolojik kalitelerinin iyi olmadığını göstermektedir. Gıda zehirlenmesi açısından potansiyel risk taşıyan bu durumun önüne ancak bilinçli ve duyarlı davranarak geçilebilir.

Mikrobiyolojik açıdan bozulmaya hassas olan gıda maddelerinin üretiminden tüketimine kalitelerinin belirlenmesi önemlidir. Üreticilerin, üretimin her aşamasında uygun koşullarda çalışmaları ve tüketicinin bu konuda bilinçli olması, halk sağlığı açısından doğabilecek tehlikeleri büyük ölçüde ortadan kaldıracaktır.

Pastanelerin denetimlerini sıklaştırarak personel eğitimine önem vermeleri, yine personel ve işletme hijyenini her an en üst seviyede tutmaya özen göstermeleri, üretim koşullarının iyileştirilmesi, tüketici sağlığı açısından önemlidir. Üretim yerlerinin hijyenik koşullarını iyileştirme açısından, işletme sahiplerinin konu ile ilgili kuruluşlardan profesyonel eğitim  hizmeti almaları ve personellerini bu koşullarda eğitmeleri, sorunun çözümü açısından oldukça faydalı bir girişim olacaktır.

Tüketiciler açısından riskleri mümkün olduğunca alt seviyelere indirmek için, uygun teknolojik üretim tekniklerinin (good manifacturing practices GMP) uygulanması gereklidir. Üretim eğer geleneksellikten uzak, endüstriyel bir şekilde yapılıyorsa daha detaylı bir kalite güvenliği sistemi olan tehlike analizleri ve kritik kontrol noktaları (hazard analysis and critical control points HACCP) sisteminin uygulamaya konulması önemlidir.

Unutulmamalıdır ki, bütün üreticiler hazırladıkları ve tüketime sundukları gıdalarda yüksek hijyen güvenliğini ve yeterli mikrobiyal kaliteyi sağlamak için endişe taşımakla sorumludur.

* Cumhuriyet Gazetesi; Tarım, Gıda ve Hayvancılık; 10 Haziran 2008, Salı. Yıl:4 Sayı:16 Sayfa:11.

Perşembe, Haziran 30, 2011

BEBEKLER ve DEDELERİ


“Bebek geliyor.”

Gördüğüm kadarıyla bu haber söz konusu bebekle kan bağı olan olmayan herkesi pek mutlu ediyor. İnsanların -kişilikleri- ne olursa olsun gözlerinde masum bir bakış, dudaklarda sevimli bir gülümseme peydahlanıyor.

Babam, kıymetlimdir. Ona haberi telefonda verdim. Beklediğim tepki sanırım onun gösterdiğinden biraz daha abartılıydı. Hamileliğim boyunca her gün uzun telefon görüşmeleri yaptık. Gelişmeleri yakında takip etti. Ancak bana göre hala bir tuhaflık vardı. Sanki yeni bir bebek değil de ben yeniden doğacakmışım gibi davranıyordu. Evet tam anlamıyla böyle…

Doğumdan kısa bir süre önce yüz yüze yapılan bir görüşmede bana tüm açıklılığı ile şunu söyledi: “Yavrum ben dede olmayı bilmem ama babayım. Bu doğumla senin hastalığın (yıllardır boğuştuğumuz kistlerimden bahsediyor) geçecekmiş ya, ona çok seviniyorum” Gözlerim yaşardı o an, e gebelik hormonları malum! Benim babam, meğer, bana artık pek de zararı dokunmayan kistlerim geçecek diye seviniyormuş 9 aydır. Baba olmak nasıl bir şeydi ki? Sevgilim de mi evladımızla ilgili böyle ayrıntısal yücelikler yaşayacaktı? Dayanamadım sordum: “E dede olacağın için sevinmiyor musun yani?” Çevresindeki herkes babama dedeliği çok farklı ve yoğun bir duygu olarak tanımlamış ve hayattaki odak noktasının torunlar olduğunu söylemiş. Babam: “Ben annen sana hamileyken de ben böyleydim, seni kucağıma alana kadar hiçbir şey anlamamıştım, bilmem, belki de onu görünce anlayacağım”

Bu arada benim dünyalar tatlısı sevgilim kendi bilgisayarını babama hediye etti. Akşamları bilgisayarda okey oynayan babaya sürpriz olsun diye oyuncuları Osman (babam), Serkan (sevgili), Nihan (bendeniz) ve Kuzey olarak adlandırdık. Aslında babamın Kuzey ile iletişim kurma çabaları bu noktada başladı. Gecenin köründe arayıp bir “Ho ho hooo” gülüşü yaptıktan sonra “Kuzey çok fena yendi beni yauv” diye söylendi durdu. Ardından da ekledi “İnsan toruna da kızamıyormuş !” Evimize geldiği bir gün de, karnımda sıkıntıdan bir mide bir böbrek tarafına tekmeler yağdırıp göbeğimin çeşitli yerlerinde minik tepecikler oluşturan Kuzey ile bu durumu şaşkınlıkla izleyen babamın eli tam da göbeğimin üzerinde birleşti. Tepki şuydu: “Vay anasını !”


Kuzunun geldiği gün ben apar topar sezeryana alındığım için, babam hastaneye operasyon esnasında yetişmiş. Bebeğimi görünce yaşadığı şaşkınlık ve heyecanı tarif edemez. Benim hatırladığım sahne ise ameliyathaneden çıkıp sedyeyle odama götürülürken bir ara gözümü açıp gördüğüm “beyaz gömlekli babam”. O gün yoğun bir gribal infeksiyon geçirdiği için elimi bile tutamamış, hemen ayrılmış hastaneden.

Hastalığı uzun sürdü. Telefonla sık sık bilgi aldı. Bir ara “Böyle uzaktan iyi, onu görürsem bir daha ayrılamam diye korkuyorum” demişliği de vardır. Sonra bir gün buluştuk. Henüz 3.5 kilo olan minik kuzuyu kucağına bıraktığımda korkusunu gözlerinden okudum.  Kollarını uzatarak, kucağına iki somun ekmek almış küçük çocuklar gibi göründü gözüme babam. İşte o gün gerçek dede-torun aşkı başladı.

Bir sonraki buluşmalarında “dede” elinde pek çok çıngırakla geldi evimize. Aynı gün içinde kuzunun altını değiştirdi, uyuttu, gezdirdi. Kuzey de bana yapmadığı cilveyi dedeye bahşetti. Benim babam, mükemmel bir dede oldu.

  
Dede olmak, bence hayatın kaymağını yemek. Çocukları henüz bebekken tüm babalar çalışmak zorunda. Arta kalan zamanlarda sevgilerini ne kadar gösterebildikleri de şüpheli tabi. Tam hayat yavaşlamış, iş güç bitmiş, gülümsemeye neden ararken geliveren minik, şımarık bedenler pek tabi onlar için neşe kaynağı oluyor. Genelde anneanne, babaanne gibi “Aman onu yap, yok bunu yapma, şöyle mi tutsan, böyle mi beslesen” kaygıları da taşımadıkları için (yok yok biz kadınlar bir tuhafız gerçekten…) minik insanlarla hayatın tadını çıkartıyorlar. Biraz da zamanında aynı yoğunlukta sevgi gösteremedikleri çocuklarının acısı çıkıyor sanırım…      

Yorumlarınızı bekliyorum, sizin dedeler ne alemde?


Cumartesi, Mayıs 28, 2011

NERDEN BAŞLASAM, NASIL ANLATSAM?

Sevgili Okur,

Uzun zamandır aklımda olan BLOG YAZMA fikri, okuduğun bu yazıyla nihayet hayata geçiyor. İki gün önce  bebeğim sol kolumda süt emmeye, ben ise tezimin düzeltmelerini bitirmeye çalışırken bir anda MOLA almalıyım dedim... İşte o gün oluştu bu bloğun tasarımı!

Ben yazmayı pek severim. Defalarca kitap yazma girişiminde bulunmuş, onlarca şiir karalamış, uzun süre günlük tutmuş, sürekli sağında solunda hayata dair minik notlar bulunan ben, nihayet her şeyi "derli+toplu" yazabileceğim bir ortam edindim kendime :)

Okumayı severim. Okuduklarımı paylaşmayı da... Ne olursa! Gazete küpürü, bilgisayara tercüme ettirilmiş çince bir makale, 2.5 okkalık bir roman, afiş yazıları, fotoğraf arkaları, ürünlerin İÇİNDEKİLER kısmı, 37 yıllık bir kitabın sararmış sayfalarına alınmış notlar, işte neredeyse "nereye ne yazıldıysa" :)

Pişirmeyi de severim. Kimi zaman meşhur bir USTAnın yazılı tarifi, kimi zaman filancanın memleketinden öğrenilen bir yemek. Tabi çoğunlukla kendi mutfağımda kendi malzemelerim ve kendi hayal gücümle kendi yemeklerim. Tarifleri de burada olsun istiyorum! (Evet dağınığım ve bulamıyorum aradıklarımı) :)

Aaa bak, görmeyi de severim. Sadece gezerken gördüklerim değil sevdiklerim, mesela sevgili arabayı park edene kadar ayağımın dibindeki otun üzerinde neşeli neşeli gezinen uğur böceğini görmeyi! Gördüklerimi görüntüleyebildiğim sürece sen de burada göreceksin işte :)

Sonra dinlemeyi severim. Aylardır beni uyandıran balkon kuşlarımı, deniz kokusu burnuma gelirken bir dost sesini, adını bilmediğim şarkıcının son şarkısını, telefonda ANNE / BABA / KARDEŞ'imi, rüzgarı, iş çıkışı sevgilimin gününün nasıl geçtiğini / kırk yılda bir uyanır uyanmaz anlattığı rüyaları, tecrübeyi, yaşananları, bebeğimin "aaaeeuuooeeeeennnaaaa"larını, geceyi...

Ara sıra da olsa dikmeyi/örmeyi severim. Hahayt ne demode! diyen zihniyetin eline bir tığ/şiş tutturmayı daha çok severim :) İnsan bebeği için nasıl sevgiLİ şeyler örüp dikebiliyormuş... Çok ucuz bir terapi ayrıca ;) Ortaya çıkanlar da burada olacak.

Gezmeyi çoook severim. Her ne kadar uzun süredir yaşadığım şehrin dışına dahi çıkamıyor olsam da yakın bir geçmişe kadar valizim neredeyse sürekli kapı arkasında dururdu. Neresi olursa olsun ne kadar kalırsam kalayım hepsinin kokusu beynimde bir yerlerde "yer etmiş" kendisine. Yakın bir gelecekte de bu sefer "tek kişilik" değil üç kişilik biletlerle gezeceğiz, görürsün ;)

Sporu ve kişisel bakımı severim. Bunların az zaman ve düşük maliyetlilerini, YORMAYANlarını pek bi severim. En pratik pilates hareketleri, yaş maya maskeleri, evde nasıl bel inceltilir teknikleri, papatya ile saç rengi açma yöntemleri... Denenmiş tariflerle görüntülü sonuçları da ekleyelim hadi ;)

Kuzey'in geleceğini öğrendiğim günden beri bebek bakımı ve gelişimi ile ilgili de oldukça geniş bir arşiv hazırlamışım. Tam burada paylaşmalık ;) Eğlence ve süprizleri severim. Minik yarışmalar, paylaşımlar, hediyeler...

Tüm bunlarla dolu dolu geçen hayatımda asıl sevdiğim şey ÖĞRENMEK sanırım. Okuyarak, kaydederek, dinleyerek, tadarak, bakarak, dokunarak... :)    

Bakalım BLOGcu olmayı da sevecek miyim?